Sorumluluk Olarak Hafıza [Sabah Ülkesi Dergisi – Sayı: 50]

1. Hatırlatma: Felsefe Tarihine Kısa Bir Yolculuk
Felsefe tarihinde kısa bir gezinti yapmama müsaade edin. Bu gezintinin amacı alıntılar yapmak değil, toplumumuzun geçirmiş olduğu dönüşümü tasvir etmektir. Hafıza kelimesi bu dönüşüme eşlik etmiş ve bunu kendi gerçekleştirmiştir ve bu sebeple modernlikle birlikte ortaya çıkmış olan paradigmalar, bu değişiminin sonuçlarını bizlere göstermek için oldukça uygundur. Platon’da bile hafızanın temel bir anlamı vardır.

Hafıza Platon için de merkezî bir önem taşımaktaydı. Platon hafıza yoluyla bilme ve öğrenmenin sırlarını çözmeye çalışmıştır. Bir şeyi bilmeden onu aramak nasıl mümkün olur? Hiçbir şey bilmeden bir şeyi nasıl öğrenebilirim? Her bir yargı öncesinde gerçeği öğrenemezsem gerçek hakkındaki gerçeği nasıl yargılayabilirim? Platon’un cevabı şöyledir: Tam da şu anda hiçbir şey bilmiyorum ancak yalnızca bu deneyim bile bana sürekli olarak fikirsel modeller kullandığımı göstermektedir. Örneğin, iki nesneyi karşılaştırdığımda şöyle derim: Bunlar aynıdır veya aynı değildir. Dolayısıyla deneyimlerde kriterler kullanılır. Her deneyimin öncesinde bulunan ve bir şeylerin izleri olan bu kriterlerle, ampirik hayatımdan önce karşılaşmışımdır. Bu kriterler, bundan önceki hayatımda görmüş olduğum ve artık yargılarımda bir ölçek olarak kullandığım bir şeyleri bana hatırlatırlar. Öğrenmek, unutulanın geri kazanıldığı bir süreçtir. Anlaşıldığı üzere unutmak ve hatırlamak her zaman birbirleriyle bağlantılıdır. Yalnızca unuttuklarımı yeniden hatırlayabilirim ve hatırlananı hiçbir zaman, hatta unutarak bile tamamen yok edemem.

Augustinus aynı düşünce yapısını kullanır, ancak bu düşüncesini din ve Hristiyanlık ile şekillendirir. Tanrı’yı bulduğumuz yer hafızanın sınırsız enginliğidir: Doğa, dış dünya değil, kendim, kendi kalbimdir. Orada Tanrı’yı bulurum ya da daha doğrusu hiçbir zaman sahip olamayacağım, ancak bir hatırlama süreciyle kendimi aşmamı sağlayan Tanrı’nın izlerini bulurum. Burada da Tanrı unutulandır, ancak yok edilen değildir. Tanrı’nın izleri ruhumda varlığını sürdürür. Mutluluk arzusu ve yaşanmış mutluluk deneyimleri bize unutulanları yeniden hissetme olanağı verir ve aynı zamanda hatırlama sürecini kesin bir kazanım olarak görmenin imkânsızlığını öğretir. Ancak hâlâ eksik parçalar olacaktır ve bu sebeple hafızamızı aşmamız gerekir: Tam da bu sebeple aşkınlığın deneyimini yaşarız.

Görüldüğü gibi hafıza bilmek ve bilmemek, Tanrı’ya yakınlık ve Tanrı’dan uzaklık arasında bir aracı konumundadır. Kültürün böylesi belirleyici ve kapsamlı sorulara cüret ettiği eski zamanlarda durum böyleydi. Peki, bu tür konulardan genellikle kaçınan bu modernlik çağında hafızanın kavramının işlevi nedir? Cevap şaşırtıcı değildir: Bu kavram bize en çok uğraştığımız sorunun çözümünü sunar: Kendimiz, kendi kimliğimiz. Bu, örneğin Locke’nin hafızanın bir bireyin kimliğinin temel güvencesi olarak önerdiği düşüncenin temelinde yatar. Biyografik gelişimimde aynı benlik olarak kalmamın sebebi; hikâyemi oluşturan yaşanmışlıkları tecrübe eden şahsın şimdi de, o zamanlar da hep aynı ben olduğumu hatıralarımın temin etmesidir.
Daha sonra hafıza zamanla bir öznenin kimliğine ait bir özellik olarak daralmıştır. Bergson’a göre bu; insan özgürlüğünün bir ifadesidir ve ruhsal ile bedenselin temel birliğinin bir meyvesidir. Hatırlamak için var olanı kaydeden bir beyne ihtiyacımız vardır, ancak hatırayı yalnızca özgürlüğün, diğer bir deyişle ruhun dışa vurumuyla etkinleştiririz. Özneye bu şekilde odaklanıldığında hafıza; edebiyatın (Proust’u düşünelim) veya psikanalizin (Freud’a göre bilinmeyen psikolojik rahatsızlıkların tedavilerinde bastırılmış duyguların yeniden hatırlanması gerektiğini düşünelim) ayrıcalık tanıdığı bir konudur.

Fakat kültür tarihi de dâhil olmak üzere, tarih sürprizler barındırır. Metafizik ve dinlerin büyük konularından kopan ve daha çok bireysel düzeye yerleşen olan hatırlama yeni boyutlar kazanmıştır. Hafıza, tarihle bir ilişki içindedir; olayların esas özü olarak görülmekle hafıza artık yalnızca bireyi ilgilendiren bir olgu değildir, toplumsal ve siyasi alana da yayılmıştır. Walter Benjamin’i düşündüğümüzde, hatırlama imkânının herkes için ne kadar değerli olduğunu ve bir toplum için unutmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini hemen görmekteyiz. Bu durum, Heidegger’e metafizik krizini ve Batı ile ilgili felsefeyi tasvir etmek için “varlığın unutulmuşluğu” kavramını kullandırabilecek kadar tehlikelidir.

Burada yeni bir bölüme ve hafıza kavramı için belki de yeni bir şansa işaret edilir.

2. Hafıza neyi hatırlar?
Kısaca anlattığımız iki dönemde (bir taraftan Antik Çağ ve Hristiyan felsefesi, diğer taraftan modern felsefe) hafızanın önce işlevsel bir anlamı (Antik Çağ), ardından içeriğe bağlı bir görevi (modernlik) vardı. Başlarda bilinen ve bilinmeyen arasında bir eşik olarak sayılmış ve doğrudan anlayamadıklarımızı (Platon’un ideal dünyası, Augustinus’a göre Tanrı) anlamamızı sağlama rolünü oynamaktaydı. Bu iki alanın kesiştiği nokta bizleri kusursuzluğa ve mutluluğa bir adım daha yaklaştıran cazip bir bölgeydi. Kusursuz olmamamıza rağmen bu eşik bir şekilde kusursuzluğu yaşamamıza olanak sağlıyordu. Hatta belki şöyle söyleyebiliriz: Hatırlamak; bize bütünün anlamını, gerçeğin anlamını, Tanrı’yla olan ilişkimizin anlamını fark ettirir.

Ancak modernlik bir anlam (bütünü) hakkında konuşma cesaretini yitirmiştir. Hafıza, aracı bir eşik olmaktan vazgeçmiş ve parçalar hâlinde içerik barındırmakla yetinmiştir. Ne olduğum cevapsız bir soru olarak kalmış ve var olmaktan ve hep aynı kişi olmaktan emin olmak bile mutlu olmamıza yetmiştir. Ardından kimliğimize bir anlam kazandıran ayrı içerikler hatırlamanın bir işlevi hâline gelmiştir. Dolayısıyla hatırlamanın işlevi artık bir anlam (bütünlüğü) sağlamak değil, bizim için anlam oluşturabilecek somut, içeriksel olgular aramaktır.

Fakat bu iki hususun hafıza işlevini uygunca tasvir edip etmediği sorusu akıllara gelebilir. İlk durumda, hafıza kapsamlı bir anlama duyulan arzuyu ortaya koymaktadırlar. Burada konu şüphesiz anlaşılır ve neredeyse doğal bir arzudur ancak işin sonucunda gerçeğe ulaşma teminatı verilmemektedir. Sonlu ve sonsuz arasında bir eşik olan hafıza, zaten hedeflenen nihai hedefe asla varamayan bir köprüden başka bir şey olamamaktadır. Ve önemli şahsi unsurların birikimi olan hafıza, geçmiş olayların hüzünlü bir galerisi olmaktan öteye geçememektedir. Ve bu unsurlar hayatın kaçınılmaz birer bileşeni olmalarına rağmen bu şekilde suskun bir geçmişin yavaş yavaş anlamını yitiren paçavraları olarak kalmaktadırlar.

Hafıza bir anlam arama ve oldukça anlamlı bazı olayların ambarı her ne kadar hafızanın inkâr edilemez bileşenleri olsalar da hatırlama olgusunun yeterince tasvir edilip edilmediği sorusu akla gelebilir. Dikkatli bakıldığında her iki bileşende de yalnızca mevcut olmakla kalmayıp aynı zamanda belirleyici olan bir şey fark edilebilmektedir. Anlam için çabalamak öze ulaşma gayretidir. Bununla beraber bir önem atfedilen belirli birkaç olaya sıkıca tutunmak da özü koruma çabasıdır. İlk örnekte öz bir bütün suretindedir, ikinci örnekte ise parça şeklindedir. Dolayısıyla hafızanın istediği öz; tarihte ve hayatta ortaya çıkan özdür. Fakat öz olan nedir? Eski bir ifade kullanılarak özün varlık olduğu, bu varlığın zamanda belirdiği, ancak zamanın ötesine geçtiği veya en azından zamanın ötesine geçmeye layık olduğu söylenebilir.

Hatırlarken bir şeylerin unutulmasına izin vermem, çünkü bu olayda bir öz, bir varlık bulunur ve bu varlık geçip gitmek istemez ve kalmaya da layıktır. Almanca’da tam anlamıyla ifade edildiği gibi: Var oldu, ancak yok olmadı [Es ist gewesen, nicht aber vergangen]. Bu, kendini göstermiş olan bir varlıktır, ancak yok olan bir varlık değildir. Hafızanın böyle ontolojik, diğer bir deyişle varlığa yönelik bir yapısı vardır ve varlık da dâhil her şeyin tehlikede olduğunu bilir ve bir ruhun gücüyle varlığı kurtarmaya çalışır.

Varlığa ilişkin transandentallerin, yani zorunlu olarak varlığa eşlik eden niteliklerin de ele alınması Ortaçağ’da memnuniyetle karşılanmış ve tamamlayıcı bir zenginlik olarak görülmüştür. Bizim yaptığımız gibi, yalnızca varlık hakkında konuşulursa her şey soyut ve soğuk gelebilir. Ancak varlık hiçbir zaman nitelikleri olmadan olamaz: Varlık aynı zamanda gerçek, iyi ve güzel olandır. Bunlarla hafıza ilgilenmektedir. Hafıza gerçek, iyi ve güzel yaşanmışlıklardan üretmektedir. Gerçeğiyle, iyisiyle ve güzeliyle varlığın sonsuzluğundan üretmektedir. Bu sonsuzluğun da teminat altında olmadığını ve geçmişe dönüştüğü için tehlikede olduğunu ama aynı zamanda varlığını sürdürmeye layık olduğunu da bilir. Hafıza kendisi ve bu erdeme karşı sorumlu olanlar için bir zorunluluktur.

3. Sorumluluk
Önceki yüzyılda kendisine oldukça büyük bir anlam atfedilen sorumluluk kavramı (Jonas’ın ünlü Sorumluluk İlkesi [Das Prinzip Verantwortung] kitabını düşünelim) bu son maddeyi daha detaylı anlatmamıza yardımcı olabilir.

Sorumluluk kavramı etik bir kategori olarak felsefe için kısa bir süre içinde merkezî bir önem yüklenmiştir. Dünya savaşları ve soykırımlar geçiren bir yüzyılın sonunda hatıralar yeni bir boyut kazanmıştır. Buradaki mesele varlığa, varlığın gerçeğine, iyisine ve güzeline sıkı sıkıya tutunmak değil, tarihin kötülüğünü ciddiye almaktır. Bu kötülük doğal bir afet gibi öylece yaşanmamıştır. Buna biz insanlar sebep olduk ve bunu gerçekleştirdik. Artık bunu sadece hatırlamak yetmez, bunun için kendimizi sorumlu hissetmemiz gerektiğini hafızamızla keşfetmeliyiz.

Bu yaşanmışlıklar hatıra olarak kalır ve bizlere cevapsız bir soru gibi görünür. Haksızlığın doğrudan temsilcileri olmadığımız için, işte tam da bu sebeple bu soruları cevapsız bırakmalıyız. Sonuç olarak daima bir savunma anlamı taşıyan, tıpkı açık bir halkayı tamamlamak gibi cevaplanmamış soruların bıraktığı boşluğu bir yanıt ile dolduracak bir açıklama arayamayız. Sebep-sonuç sürecinin doğrusal yönü için hiçbir cevap uygun değildir. Müteakipler olarak biz bu açık sorunun karşısında ancak ahlaki olana, temel olana, daha yüksek bir merciye müracaat ederek durabiliriz. Ancak bu, bir cevap arama veya soruyu cevaplandırma anlamına gelmez, bu yaşanmış olan için sorumluluk üstlenmektir. Bizler doğrudan suçlu olmasak da suçu üstlenmemiz gerekir. Dolayısıyla hatırlanan kötülüğe karşı sorumluluk, etik bir kategoriye dönüşmektedir.

Tüm kültürel süreç beklenmedik bir şekilde tersine döner. Benliğim, deneyimlediğim acılar sebebi ile artık noktasal bir anlamlar zinciri şeklini kaybetmiştir ve olayların içinden geçen bir yara olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimseyi yaralamamış olsak da bu yarayı taşımamız gerekmektedir. Kötü olan herkesi ve her şeyi kapsadığı için yaralanmışızdır. Ancak kötüyü hatırlayarak ve bunun sorumluluğunu üstlenerek özgürlüğe kavuşabiliriz.

Böylece hatırlamak beklenmedik bir şekilde geleceğe yönelik bir boyut kazanmaktadır. Aslında geçmişi geleceğin aşkına korur. Ve varlığı korumak istediği için varlığın devamını ister ve bunu geleceğe doğru uzatır. Ve varlığın yaralanmış bir varlık hâlini aldığı bir noktada tek yol varlığa karşı sorumluluk üstlenmek ve sorumluluktan kaçmamaktır.

Gördüğümüz üzere hafızanın birçok yönü vardır ve bunlar ontolojik ve hatta dinî bir anlam ile çok daha mütevazı psikolojik bir anlam arasında gidip gelmektedir. Böylesi indirgeyici bir süreç sekülerleşme olarak görülebilir, zira anlamlı eski gerçekler minimize edilmiştir ve bireysele odaklanılmıştır. Aniden geçmişteki kötülüğün, biz insanların sebep olduğu bir kötülüğün farkına varmış bulunmaktayız. Kötülüğün karşında ontolojik veya psikolojik tutumlar yeterli değildir. Ve dinî teolojik kanaatler de doğrudan bir işe yaramamaktadır (bu sebeple inançlı bir Yahudi, ölüm kampında ünlü “Tanrı nerede idi?” sorusunu sormuştur). Belki etik, ya da daha doğrusu hatırlamanın etik anlamı bize yardımcı olabilir. Belki de Levinas’ın bize öğrettiği gibi etik olan metafiziğe giden hakiki yolu temsil etmektedir (Bütünlük ve Sonsuzluk). Ve hatta bu sayede içinde bulunduğumuz pragmatik dönem, eski teorilerin anlamlı boyutunu yeniden keşfedebilir. Diğer bir ifadeyle, hafıza geçmişin anlam kazandıran işlevini ancak sorumlu olma konumunu tekrar üstlendiğinde geri kazanabilir.

* Felsefe profesörü Ugo Perone, Turin ve Humboldt üniversitelerinde çalışmış, Berlin’deki İtalyan Kültür Enstitüsü’nde yöneticilik yapmıştır. Hafıza üzerine Almanca ve İtalyanca’da bir çok eseri olan Perone, dünya çapında çeşitli üniversitelerde dersler vermiştir.